Prof.Dr. Muhittin Şimşek : Karabağ Menim Çilemdir, Karabağ’ sız Neylirem.
1997 Şubat ayı,
Günü hatırlamıyorum.
Hafif hafif kar yağıyor ve iliklerinize kadar işleyen bir rüzgar var.
Lapa lapa yağmıyordu kar, öyleyse daha çok yerlerdeki karı savuruyordu rüzgar.
Zaten Bakü için “külekler şehri” denir. Yani rüzgarlı şehir.
Hazer coşmuştu rüzgardan. Kurşuni rengi havanın karlı olmasıyla daha bir kurşinileşmişti.
Çok seviyordum onun sahilinde dolaşmayı. Uzun uzun ötelere bakmayı.
Üstüm kalın, berem iyi hatta atkım gözlerime kadar sarmıştı beni. Ama üşüyordum.
Hem üşüyordum hem ayrılmak istemiyordum onun kenarından.
Niyesini bilemezdim elbette. Ama galiba çocukluğumdan kalan bir sevgi idi bu.
Uzun uzun bakardım dünya haritasına. Bu denizin (ya da gölün) kenarında bizim kardeşlerimiz yaşarmış, onlarda Türkçe konuşur, Türkçe danışırmış, Müslümanlarmış diye.
“Ama neden görüşemiyorduk ki onlarla, niçin ayrı idik ki?” düşüncesi beynimi kemirir dururdu.
Kim niçin ayırmıştı ki bizi?
Vuslat ne zamanadır?
Sorular sorular…
Gün oldu, kalktı engeller.
Allah devlete zeval vermesin. İşte Bakü’deydim. Kardeşlerimle idim. Rüzgarı bol, neft kokan bu güzel şehirde idim.
Birkaç gündür kafamda hep Onu ziyaret vardı.
“Ne ederim, ne yaparım da onu ziyaret edebilirim” diye düşünüyordum.
Sanırım İlgar’dı adı. Bir Azeri arkadaşım uğraşıyordu ona ulaşmaya.
İşte böyle bir günde verdi bana müjdeyi. Hem de Hazer’in kenarında.
“Hocam Bahtiyar müellim indi sizi bekliyr…”
“Nee!” diyebildim.
Unuttum soğuğu, rüzgarı, kurşuni Hazeri.
Sıyırdım atkımı burnumdan.
Sarıldım İlgar’a…
“Hemen mi?”
“Hemen!”
Taksi tutmayı bile akıl edemeden yürüdük, yürüdük.
İki zıtlığı birden yaşıyordum: Soğuk ve ter. Bahtiyar Vahapzade ve ben…
Niye mi ben?
Onun şiirlerini okumuş, piyeslerini sindirmiş birisi için böyle bir imkan, zıtlık gibi geliyordu bana.
Epey yürüdük, yokuş çıkıyorduk. Burnumuzdan ve ağzımızdan buharlar çıkıyordu.
Bir apartmanın önüne geldiğimizde “İşte burası” dedi İlgar. Heyecanlandım.
Apartmandan girdik. Birinci kat, ikinci kat, üçüncü kat.
Zilde “Vahapzade” yazıyordu el yazısı ile.
Heyecanım büsbütün arttı.
Paltomuzdaki karları temizledik, beremizi çıkarıp saçımızı düzelttik, atkımızdan sıyrıldık. Hatta galiba biraz da bekledik. Çünkü nefes nefese olma halimizin geçmesini istiyorduk galiba..
Zile bastık.
Yarım başörtüsünün altından görülen ak saçlı, pırıl pırıl gözlü bir anne açtı kapıyı.
Elini öptük, bizi öptü… “Hoş gelipsiiz” dedi gülen yüzle. “Şöyle buyurun” bize yer gösterdi. “İndi gelir” dedi. Dediği Bahtiyar Vahapzade idi. Neden sonra öğrendik ki bu nur yüzlü teyze Dilara Hanımdı. Hocanın eşi.
***
Kanaatimce yaşayan en büyük Türk şairi idi..
Üzeri çarşafa benzer ikinci bir örtü ile örtülmüş koltuğa ben oturdum. Üçlü koltuğa İlgar. Bir boş koltuk vardı önünde bir masa, masanın üzeri naylon sofra bezi ile örtülmüş. Üzerinde çeşit çeşit şekerleme, kuru üzüm, bazı kuruyemiş, minik reçel kaseleri vardı (böyle manzara ile her Azerbaycanlı’nın evinde karşılaşabilirsiniz).
Biz İlgar’la sessiz sessiz oturuyorduk. Birden diğer odadan hoca çıkıverdi. Ayağa kalktık.
“Üstümü değiştirdim. Kusura bakmayın” derken dalga dalga gür ve kır saçını düzeltiyordu.
“Hoş gelipsiiz” dedi.
O yaşına rağmen dimdik duruyordu. Elini uzattı. Öptük. O da alnımızdan öptü. Oturduk.
Oturur oturmaz dilara teyze çayımızı getirdi. Yanında daha önce görmediğim baklava çeşitleri. Üstü muşamba örtülü masayı donatmıştı. “Yiyin bu Şeki baklavasıdır” diyordu anne şefkatiyle.
“Bu Dilara Hanım menim hayat arkadaşımdır. Sırf müselman anası, sırf Türk anası… sabaha kadar balkonda dua edir ki uşağlarımı koru Allah’ım, kocamı koru Allah’ım” diyerek takılıyordu hayat arkadaşına.
Hoş beşten sonra bizi sordu. Anlattık Ama asıl biz onu dinlemek istiyorduk.
Anlattı anlattı. Türkiye sevdasını, Türklüğün bir gün tüm dünyaya yayılacağını. Ahmet Kabaklı’yı sordu.
Başucunda Necip Fazıl’ın resmi asılı idi.
Döndü bir ara onu bize göstererek “Bak oğlum, bunun yüzündeki çizikler çile çizikleridir. Bu adam çok çileli idi. Çilesi olanların yüzü böyle olur” dedi.
Sonra elini yüzüne attı. “Bak benim yüzüme men de çileliyim” dedi.
Sohbet çok güzel bir yerde idi. Keyifli idi. Bu durumdan istifade ile elimle yüzümü sıvazlıyarak “Bak hocam, benim yüzüm çakır çukur havuç tarlası gibi ben de çileli miyim?” dedim sivilce izlerini göstererek.
Güldü.
“Yoh yoh” dedi. “O izler cevan izleridir” Gülüştük.
Sonra ciddileşti.
Türkiye’yi, Türk dünyasını, Azerbaycanı anlattı, anlattı. “Ben öyle bilirim ki; bizim etlerimizi lime lime etsinler Hazer’deki balıklara yem etsinle bes Türkiye’me bir şey olmasın. Türkiye varsa Türk dünyası var”
Coştukça coşmuş, hep vatan aşkından bahsediyor, kimi zaman da konuşmalarını şiirleri ile destekliyordu. Bardaklar dolmuş dolmuş boşalmış, reçeller bitmişti.
Bir ara pencereye baktım. Hava kararmak üzere, kar hızını artırmış. Rüzgar savurup pencere camına vuruyordu kar tanelerini.
“Hocam” dedim. Bütün hayatınız Azerbaycan’nın azadlığı için yazıp çizmekle geçti. Çileniz hep bu idi. Daha bir şey kalmadı ki. Allah’a şükür biz geliyoruz, siz geliyorsunuz Tüm kardeşler olarak hasret bitti. Başka ne hasretiniz ne çileniz var ki?”
Gözleri doldu…
Ayağa kalktı. Elimden tuttu. Pencerenin kenarına götürdü. Uzaktan görünen Hazer’e derin derin baktı… Diğer elinin tersi ile gözünü silerek “Ya Karabağ oğlum! Ya Karabağ… O azad olmadan menim çilem bitmez, Türk’ün çilesi bitmez, Azerbaycan’ın çilesi bitmez, Türkiye’nin çilesi bitmez” dedi.
O ağlıyordu, ben ağlıyordum, İlgar ağlıyordu…
Vedalaştık, ayrıldık…
Kar yağıyor, rüzgar savuruyordu. Beremi takmamış, atkımı atmamıştım ve ben üşümüyordum.
“İlgar beni Hazer’e götür” dedim…
***
Koca şair sen görmedin bu günleri.
Karabağ hasreti ile gittin.
Biz gördük, torunların gördü, Türk dünyası gördü…
Şimdi artık rahat uyu…
“Eşq olsun Azerbaycan Eşq olsun”
Pro.Dr. Muhittin Şimşek